İnsan Kaymağı -1-

Kaynakçı geldi haaanıııımm!

Yeni bir yazı dizisine hazır mısınız? Bu defa entrikaların, sinsiliklerin, içten pazarlıklıların su gibi aktığı, hassas kalplerin düşmanı olan iş hayatını konuşacağız. Hatta konuşmakla da kalmayıp, hepimiz evimizden getirdiğimiz küfürleri edebileceğiz. Favori içeceğinizi hazırlayın, mülakatlarla başlıyoruz.

Kupanın içinde ne olduğuyla ilgilenmiyoruz tabii ki ☺️

“Kim Ki Bu” sekmesini okuyan ya da beni şahsen tanıyanlar bilir ki; 15 yıldır özel sektörün kölesiyim ve İnsan Kaynakları alanında çalışıyorum. Sürpriz bir şekilde karşıma çıkan, Ak Emeklilik’in genel müdürlüğündeki staj fırsatını değerlendirdim ve gönüllü stajyer olarak bu yola girdim. Hem işe alım kısmında hem de özlük işleri ve bordrolamada yer aldım. Bu şekilde çalışmak, sektörde sık rastlanan bir durum değil; genellikle İK yöneticileri bu iki seçenekten birinde karar kılarlar ve o alanda uzmanlaşırlar. İki tarafa da hâkim olmanın bana bir avantaj olarak dönmesini bekleriz, değil mi? Hayır arkadaşlar; bu bana çile olarak döndü. 🙁

Her ne kadar iki alanda da tecrübeli olsam da, bordrolama tarafı daha ağır bastı. Daha doğrusu, biraz da hayat beni bu yola itti. İşe girmek için gittiğim mülakatlar da genellikle bu yönde oldu. Nedense işe alım tarafındaki tecrübemi görmezden geldiler; yasaklı bir konuymuşçasına bunu merak bile etmediler. Beni, dev bir puantaj kartı olarak gören yöneticilerin hesap etmediği bir şey vardı: Masanın her iki tarafında da oturmuştum ve onların beni tarttığı kadar, ben de onları tartıyordum. 😈

Hem kendi iş arayışım için hem de işe alım yaparken, sayısız mülakata girdim. Özellikle iş aradığım dönemde, Maslak bölgesinde bulunmadığım plaza kalmadı. Hatta bazılarına farklı firmalar için, birden fazla bile gittiğim olmuştur. Bir gün bir yerde kariyer konuşmacısı olarak bulunursam orada da aynı şeyi söyleyeceğim: Hayal kırıklıklarını bir yana bırakırsak, mülakatlar iyidir. Müthiş bir tecrübe kazandırır. Zayıf ya da güçlü yanlarınızı tanır, bunları nasıl yönetmeniz gerektiğini öğrenirsiniz. Böylece özgüven kazanır ve manipülasyonlardan etkilenmezsiniz. Buna karşılık, sinir bozukluğu denen bir yan etkisi vardır.

Mülakattan çıkan Sylvester 🙁

İş görüşmelerine her ne kadar alışık olsam da, tecrübeli ve kıdemli bir çalışan olarak girdiğim bazı mülakatların ortasında dahi Sylvester gibi kafamı oradan oraya vurmak istiyordum. Bunlardan bir tanesi de, 2013 yılında başıma geldi. Kendilerine başvuru yapmamama rağmen, büyük bir özel hastane zincirinden beni aradılar ve genel merkezlerinde “Bordro Uzmanı” pozisyonu için görüşmek istediler. Hiç yalan söylemeyeceğim; önce kestirip atmak istedim çünkü söz konusu yerle ilgili olumsuz bir önyargım vardı. Açıkçası, onlara uygun bir profilim olduğunu da düşünmüyordum; ama gerçekten sırf merakımdan gitmeye karar verdim. Bir sonraki gün, saat 12.00 için sözleştik. 11.45 gibi binanın önündeydim. Çok soğuk bir kış günüydü. Üstümde siyah, uzun kollu bir gömlek, altında iyi kumaştan dikilmiş, buruşmayan gri bir pantolon vardı. Siyah, topuklu ayakkabılarım, yine aynı renkteki sarı düğmeli paltomla gayet uyumluydu. Fönlü saçlarım ve minik taşlı küpelerim de eşlikçileriydi. Bu kadar detayı boşuna vermedim. İlerleyen bölümlerde ihtiyacımız olacak. Bu bilgiler şimdilik cepte…

Aklımca, 15 dk. önce giderek şunun hesabını yapıyordum: Mülakat öncesi form doldurturlar, tam saatinde de görüşmeye başlarlar. Bir saat içinde de biter. Hey yavrum hey!

Başta tahmin ettiğim gibi, elime form tutuşturuldu ve doldurdum. Saat 12.00 olmuştu. Beni artık çağırmaları lazımdı. Gelin görün ki, çağırma ihtimali olan bir kişi bile görmüyordum. Etrafta yalnızca, kötü espriler yaparak toplantıya giden yöneticiler vardı. Bir süre onları ve ortamı gözlemledim. Pek hoşuma gitmedi; ama sorun değildi; çünkü zaten hiçbir beklentim olmadan gitmiştim. Bu arada saate baktım: 12.15. “Bir terslik oldu herhalde.” diye düşünürken, asistan olduğunu tahmin ettiğim bir kız telaşla yanıma gelip beni selamladı. Odada biraz dinlenmemi, İK uzmanlarının birazdan burada olacağını söyledi. E dışarda bekliyordum zaten ben. Görüşmeye mi geçsek acaba artık?

Burak Kut’tan geliyor: “Kanımı kuruttun bekle demekle.”

Nihayet iki kişi geldi ve mülakata başladık. Fena gitmiyordu. Kaygım olmadığı için sakince düşünüp, iyi cevaplar veriyordum. Başka sorularının olmadığını söylediklerinde tam toparlanıyordum ki; “Göksu Hanım, bir de sınavımız olacak. Onu yanıtlamanızı isteyeceğiz sizden. Buyurun şöyle, yarım saat sonra arkadaşım gelip alacak.” dediler. Ne sınavı şimdi bu? Böyle bir bilgi, mülakata çağırırken neden verilmedi ki? Saat olmuş 13:10. Çıkmam 14:00’ü bulacak. Yapacak bir şey yok deyip sınava başladım. İlkokulda yapılan genel yetenek sınavlarını hatırlarsınız değil mi? Hani, “Şu hangi şeklin döndürülmüş halidir? Bu, nereye girer?” gibi soruları vardır. Hah, tam da böyle bir test verilmişti elime. 30 soruyu da yanıtlamış, asistan kıza kağıdı verip, çıkmayı bekliyordum. Gerçekten de yarım saat sonra, beni odaya alan asistan kız testi aldı ve dedi ki; “ Göksu Hanım, şimdi İK direktör yardımcımız sizinle görüşmeye gelecek. Biraz bekleteceğiz.” Haydaaaa!

Normal bir mülakat süresini aşan durumlarda, adaya bunun bilgisi verilir ve o gün için vaktinin olup olmadığı sorulur. Racon budur. Burada bırakın bilgi verilmesini, muhatap olacak insan bulmak bile çaba gerektiriyordu. Tüm önyargılarımda haklıymışım; buradan gerçekten hoşlanmamıştım. Yapacak bir şey yoktu; bekleyecektim.

10 dakika sonra, direktör yardımcısı geldi. Dördüncü defa tokalaştım ve o sihirli soruyu duydum: “Nasıl, kolay bulabildiniz mi burayı?”

Bir iş görüşmesine gidip de, şu soruyu duymayanınız var mı? Bunun, İK alanında benim de anlamını bilmediğim bir şifre olduğunu düşünüyorum. Bildiğimiz bir muhitse, şüphesiz ki zorluk çekmeden ulaşacağız. Fakat; Allah’ın unuttuğu ve daha önce hiç işimizin olmadığı bir yer söz konusuysa, ne tür bir kolaylıktan bahsediyoruz? Ayrıca, sorunun nasıl bir amacı var? Navigasyon cihazı kullanma becerimizi mi ölçüyorlar; yoksa yer-yön duygumuzu mu? Sebebi her ne olursa olsun; ofiste öncelikle tuvalet, kahve makinası ve işimizin düşeceği departmanların yerini öğreneceğiz ve bu, taş çatlasa yarım saat sürecek. Gerisi de çok acil değil zaten 🙂

Sütlü kahve yapan makinayı görünce ben.

Neyse… Yakın oturduğumu, bu yüzden de çok kolay bulduğumu söyledim. Kadın, özgeçmişimi okumaya başladı. Gerçekten okuyordu. Mülakat bu değildir arkadaşlar; bu şekilde görüşmüş olmuyoruz. Daha çok; ben adına yardım toplanan emekli sanatçılar gibi, kendimi başkasından dinliyordum. Neden sonra, birden durdu. Aklına çok önemli bir şey gelmiş gibi başını kaldırıp bana baktı. “Kaç kardeşsiniz?” diye sordu. Ben, “Kardeşim yok. Tek çocuğum ben.” deyince, “Olamaz!” diye tepki verdi. Olamaz nedir ya? “Bence ailem böyle bir bilgiyi saklamamıştır benden.” dedim. Valla dedim. Kendisi de verdiği tepkinin abukluğunun farkına varmış olacak ki, açıklama gereği duydu. “Tek çocuklar şımarık olur. Siz hiç öyle değilsiniz, ondan şaşırdım.” dedi. Yahu tanışalı 10 dakika oldu. Nasıl çözdün beni? Biraz hızlı gitmiyor muyuz?

Görüşme devam ettikçe kadın, özgeçmişimi bir kenara bırakıp benimle sohbet etmeye başladı. Bana iyice ısınmıştı. Hatta biraz fazla ısınmıştı ve artık yeni bir sorunumuz vardı: Polyester gömleğin karanlık yüzü. Başka bir deyişle; ter kokusu. Bundan kaçamayacak olmak, burnu hassas olan biri için ölüme eş bir duygudur. Mide bulandırmak istemediğim için kokunun tarifini yapmayacağım; az çok tahmin ediyorsunuzdur. Buradaki mesele, kadının terlemesi filan değil aslında. Herkesin ten, ter kokusu farklıdır. Beslenme şekli, genetik gibi etkenler bunu belirler. İnsan, kendini bilir. Ne kadar terlediğini, nasıl deodorant kullanması gerektiğini… Bile bile, daha da terletecek ve kokuya coşkuyu verecek polyester denen zıkkımı, iş görüşmesinde tercih etmek büyük hata. Zaten sıkıldığım bu görüşmede, iyice dakikaları sayar olmuştum. Aksi gibi, kadın da açılmış; sohbeti uzattıkça uzatmıştı. Saatlerimiz, 14:30’du. Diren Göksu!

Birkaç dakika sonra, “Sormak istediğiniz bir şey var mı?” dedi. “Yok, her şeyi gayet güzel açıkladınız. Çok teşekkürler.” diye yanıtlayıp, kalkmak üzere sandalyemi geriye doğru ittim ve şunu duydum: “Göksu Hanım, bir de meslekî bilgilerinizin seviyesini ölçmek istiyoruz. Bunun için bir sınavımız daha var. Yarım saat vaktiniz olacak, hesap makinesi kullanabilirsiniz. Arkadaşım evraklarınızı aldıktan sonra, çıkabilirsiniz.” Yanlış mı duyuyorum, şaka mı yapılıyor bana diye baktım. Yok valla; her şey o ter kokusu kadar gerçekti. Geldiğime geleceğime pişman olmuştum. Yangın alarmını çaldırıp, kaçmayı düşünürken yeni sınavım önüme gelmişti bile.

Bırakın gideyim yaaa… 🙁

İş hukuku, bordrolama, tazminat hesaplama, yasal kesintiler, işe giriş/işten çıkış işlemleri derken; yarım saat içinde bu soruları da cevaplamıştım. Artık çıkış kapısıyla aramdaki tek engel, önümdeki şu kağıtların alınmasıydı. Beklemeye başladım. Saat, 15:20 olmuştu. Gelen giden yoktu.

15:30’a kadar bekledikten sonra, artık dayanamadım ve dışarı çıkıp, asistan kızı bulmak için diğer odalara göz gezdirmeye başladım. Kız yoktu ve ben artık sabır testimin sonuna gelmiştim. Sonunda, beni görüşmeye çağırmak için aradıkları telefon numarasından kıza ulaştım. “Ben sınavı bitirdim, gelip alabilir misiniz lütfen?” dedim. Herkes dil altı hapını aldıysa, cevabı söyleyeceğim: “Ah Göksu Hanım, ben yemeğe çıktım. Sizi unuttum. Hemen geliyorum.” UNUTTUN MU? İş hayatında çok tuhaf olaylarla karşılaşmışımdır; ama görüşmeye çağırdığınız adayı unutup yemeğe çıkmak nedir yahu? Pes!

Kız, koşarak yanıma geldi. Durmadan özür dileyerek, kağıtları aldı ve bana çıkışa kadar eşlik etti. Sonuçtan beni haberdar edeceklerini söyledi. Kapıdan çıkar çıkmaz derin bir nefes alıp saatime baktım: 16:00. Mülakat tam 4 saat sürmüştü. Ne yaşadım, ne yaptım diye o günü geçirdim. Ertesi günün akşamında, heyecanla beni aradılar. Sınav sonuçlarımın çok iyi olduğunu, benimle çalışmak istediklerini, öncesinde direktörleriyle tanışmam gerektiğini ve mümkünse ŞIK giyinip, sonraki gün için görüşme ayarlayacaklarını söylediler. Görüşmeye giderken giydiğim kıyafetin detaylarını bu yüzden vermiştim. Tekrar bir bakın, burada bekliyorum ben.

Şık derken, neyi kastettiklerini sordum. Duyan da, görüşmeye eşofman + spor ayakkabı + ev topuzu kombiniyle gittiğimi zanneder. Elbise, etek, ince topuklu… gibi şeyler geveleyince sinirime hakim olmaya çalışarak görüşmeyi reddettim. Önceden başvuru yaptığım bir yerden olumlu haber aldığım gibi minik, pembik bir yalan söyledim. Polyester teyzeden rahatsız olmayan koskoca şirket, bana anlamsız bir şekilde kıyafet kodu veriyordu. Belli ki ortada başka bir niyet vardı. Maddi olarak müthiş bir paketle geldikleri halde, reddedilince çok şaşırdılar. Bense, gerginlikle; ama bir yandan da müthiş bir tatmin duygusuyla telefonu ve konuyu kapattım. Oh be!

Telefonuma değil; kendilerine yapmak istediğim…( O sırada telefonun 9. taksidini ödüyordum çünkü.)

Bugün uzun tuttum, evet. Dört saatlik iş görüşmesini ve sonrasındaki saçmalığı daha ne kadar kısa anlatabilirdim bilemiyorum. Buraya kadar okuduysan sevgili okuyucum, hayatımda olduğun için çok şanslıyım. İyi ki varsın. 🤗

Bir sonraki yazıda görüşene kadar, en güzel mülakatlar sizin olsun efendim. Baaaay! 👋

1 Comment

Post A Comment