27 Şub Büyük Resmi Göremedim.
Pazar günleri yayınlanan kültür-sanat programlarını seyredip de hatırlayan yaşlılar burada mı? Ben buradayım mesela…🙋♀️
Ah ne güzeldi o programlar… Yayına katılıp, çıplak sesleriyle şarkı söyleyen yorumcular, vizyondaki filmlerin ve tiyatro oyunlarının tanıtımları, nostaljik klipler, yeni çıkan kitaplar, çok satan albümler, ses getiren konserler, kaçırılmaması gereken sergiler… Başka bir ülkenin kanalından bahseder gibiyim; çok acayip!
Açıkçası konu müzik ve edebiyat olduğu zaman, ekrana kilitlenirdim. Bu konulara ilgim olduğu kadar, yeteneğim de vardı. Anaokulunda melodikayla başlayan müzikal yolculuğum, liseden mezun olana kadar üç sesli koroda yer almamla devam etti. Koroyla AKM’de sahne almışlığım bile var. Keza, 3 (yazıyla üç) yaşında okumayı öğrenmem, şiir ve denemelerimle kazandığım ödüller de edebiyata olan düşkünlüğümün kanıtıydı. Okulda bu alanlarda gösterdiğim başarılar ve aldığım övgüler beni fazlasıyla tatmin etse de, bir türlü baş edemediğim başka bir mesele vardı: Resim.
DNA kodumda yer almayan resim kabiliyeti, her zaman özendiğim bir şey olmuştur. Bazı arkadaşlarımın yaptığı şahane çalışmalara gıptayla bakar, benzerlerini çizmeye çalışırdım. Bir sosyal statü simgesi olan, 64’lü Monami pastel boyalarıyla boyadıkları manzara resimlerine hayranlıkla bakardım. Mavinin 92636 tonunu içeren o boya kalemleriyle dalgalı denizleri ne de güzel yapıyorlardı.
Şimdi kendime çok da haksızlık etmeyeyim; benim de tatlış eserlerim vardı. Bir akşam evde kendi kendime özene bezene boyadığım dore rengindeki kardan adamım büyük ses getirmişti. Yıldırım Mayruk defilesinden fırlamış gibi görünen eserim, öğretmenim tarafından çok beğenilmiş ve sınıfın panosuna asılmıştı. Sınıfın fesadı olan ve yakın arkadaşımı elimden alan İ. isimli Allah’ın cezası insan, kıskançlığından resmimi panodan almış ve gözümün önünde gülerek parçalamıştı. Bak yine gözüm doldu🥺
Sonraki yıllarda resim dersinin müfredata girmesiyle iş büyüdü. Kırk yılda bir içimden gelirse yaptığım çalışmaların zorunlu hale getirilmesi keyfimi kaçırdı. Çünkü, resim öğretmenlerimiz idealistti ve çocuk olduğumuzu unutuyorlardı. Hiçbir şeyden memnun olmuyorlardı; bunun bir yetenek işi olduğunu kabul etmek istemiyorlardı. Hep daha fazlasını yapabileceğimize inanmışlardı; bu yüzden ekstra taleplerde bulunmaya başlamışlardı. Kuru, pastel ve suluboya onlara yetmiyordu.
“Patates baskı yapacağız.” dendi önce. Ben patatesi oyamadım arkadaşlar. Yani oydum; ama oyduğum şeyin bir şekil olduğuna öğretmeni inandıramadım. İlle de yıldız, kalp mi çizmek lazım? Belki ben sürrealistim, hayret bi şey!
O da yetmedi, ip baskı öğrettiler. Onu çok sevmiştim doğrusu. Suluboyayla ipi iki üç renkte boya, resim kağıdını ikiye katlayıp arasına istediğin gibi yerleştir. Ardından, kağıdı açmadan, alttan ipi çek, böylece nurtopu gibi renkli bir desenin olsun. Hem pratik hem de eğlenceli. Bence burada zirvede bırakmalıydık. Olmadı dostlarım, olamadı.
Karakalem çalışmalar yaptırdılar, perspektifi beceremeyen beni hor gördüler, atölyeye götürüp şövalenin üstünde çalıştırdılar, guaj boya denen naneye dünya para verdirdiler, linol baskı diye bir şey tutturdular, çeşit çeşit bıçaklarla yine bir şeyler oydurup, mürekkeple boyattılar. Ay sayarken yoruldum. Şunun şurasında iki ev, üç ağaç, sıradağlar, m harfi şeklinde kuş çiziyordum; konu nerelere geldi.
Hepsine dayandım; ama sonunda çok güzel patladım. Yine atölyeye götürüldüğümüz bir gün, konulu resim yapmamız istendi. “Benim Penceremden Dünya” temalı bir eser olacaktı. Etrafımdakiler harıl harıl boyamaya başlamışken, yukarıda saydığım nedenlerden dolayı beynim yanmış bir şekilde sağıma soluma bakıyordum. Konuyu algılayamamıştım, ne çizeceğimi bilemiyordum. Sonunda tam bir zekâ küpü gibi davrandım ve bembeyaz resim kağıdımın tam ortasına kocaman, pimapenli bir pencere çizdim. Arkadaşlarım gülmekten iki büklüm olmuştu, böylece hocanın dikkatini çektim. Kadıncağız yanıma gelip bakınca, gözlüklerine inanamadı. Bir pencereye bir de bana baktıktan sonra, “Kızım sen en iyisi müziğe devam et. Bir sonraki derste de model olarak ortada oturursun.” dedi. Gerçekten de ertesi hafta, tüm sınıf beni çizmişti. 😂
Hazırlık sınıfı dışında, tüm resim derslerim cenk edercesine geçti. O yıl dersimize gelen resim hocası, tamamen sıra dışıydı. Resim konusunda bizi tamamen serbest bırakıyor; sıraların arasında dolaşarak kağıtlarımıza gülümseyerek bakıyordu. İşin tekniğiyle ilgili, meraklısına bilgiler veriyordu. Benim gibileriyse güzel sözleriyle yüreklendiriyordu. Genellikle bizimle sohbet ediyor, hayata dair ilham veren hikâyeler anlatıyordu. Derse teyp getirip, güzel müzikler dinletiyordu. Bizi zorunlu tuttuğu tek bir şey vardı: “Ölü Ozanlar Derneği” kitabını okuyacaktık. İnanır mısınız; sınıfta okumayan kimse yoktu. Hepimiz çok etkilenmiştik; derslerde hep birlikte kitaptaki öğretmen, John Keating’ten konuşuyorduk. Resim dersinin, en sevdiğim şeyle; kitap okumakla birleşebileceğini hiç düşünmemiştim. Öğretmenlik galiba buydu; “Benim Penceremden Dünya”’yı çizdirmek yerine, “Benim Pencerem”’i şekillendirmek.
Buradan hareketle bence asıl sanat, kabiliyeti olmayana dahi bir ışık tutabilmek; o kişinin ruhuna, estetik ve zarafet anlayışını yerleştirmektir. Sözün kısası, sanat kimin içindir bilemem ama; resim benim için değildir 🙂
No Comments